87065401_10157884521843260_3589087470987247616_n

Rahmetli Fatma yengem,  Mümin dayım,  Hacer ninem.

                                                                               ŞUŞAN

“Şuşan” kelimesini köyümün haricinde başka yerde duymadım. Kaynaklarda aradım bu kelimeyi ama hiçbir yerde bulamadım. Şuşan bizim köyde parça parça kesilip kaynatılıp kurutulan ete verilen addır. Biz gelelim hikâyemize.

Çocukluğumda zamanımın çoğunu anneannemlerde geçiriyordum. Dayımın benimle yaşıt oğlu Kadir ile çoğu zaman oynardık onların geniş bahçelerinde.

Dayımların koyun ve davarları çoktu o zamanlar. Çobanları bile vardı. Her sene kışa girmeden bir veya iki hayvan keserler etlerini kaynatıp kuruturlardı . Bir nevi kavurma yaparlardı yani. Bu kavurma gibi yapılan ete onlar şuşan derlerdi. İşte kışın mısır unundan yapılan çorbaya bu şuşanları minik minik doğrayıp tereyağı ile kavurup çorbaya katarlardı. Şuşanlı mis gibi çorbanın tadına doyum olmazdı. İşin doğrusunu söylemek gerekirse benim baba tarafımda bu imkânlar olmadığı gibi eti ancak kurban bayramlarında görürdük. Oysa anneannemlerde her sabah etli çorba olurdu. Hem de mısır unundan yapılmış mis gibi tereyağı ile kavrulmuş şuşan ilaveli çorba..

Güneş doğmuş her taraf aydınlanmıştı. Annemden izin alıp yola koyuldum. Seyfuş amcaların yola bakan bahçelerinde hayvan gübrelerinden buharlar yükseliyordu. Davut ağabeylerin sarı kaya ağırlıklı ve yola paralel toprak duvarlarından sular gözyaşları gibi süzülüyordu. O yamaçtan su sızdığı için orası hep nemli ve ıslaktı. Biraz ileride Şorlak çeşmeden su içmeye çalışan hayvanların burunlarından buharlar yükseliyordu sabah serinliğinde. Yavrusunu bir an göremeyen ineklerin böğürüşleri ise köy meydanından duyuluyordu. Pomak Şabanların evlerinde yanan ateşin dumanları yükselirken yanık tezek kokusu geliyordu burnuma. Aşağılardan Tarzan Mehmetlerin evlerinin yanından köpek havlamaları duyuluyordu. Ben sokaklardaki köpeklerden çekinmeden hedefime emin adımlarla ilerliyordum. Hava mis gibi her taraf yemyeşil ve yol kıyısındaki akasya ağaçları beyaz gelinlikleriyle baharı müjdeliyordu. Benim yolum belliydi. Bu sabah da bir terslik olmazsa mısır unundan yapılan ve içine tereyağı ile kavrulmuş şuşan eti koyulan çorbadan içmekti niyetim. Nihayet dayımların ev göründü. Gübreliklerindeki eski bir ağacın tepesindeki leylek yuvasında tek ayak durmuş sanki köyün manzarasını izliyordu. Bu leylek köyümüzün maskotu gibi her zaman ilkbaharda gelir sonbaharda köyümüzü terk ederdi. Onun meskeni dayımlardaki o ağacın tepesiydi. Neşeli olduğu zamanlar lak lak lak diye ne de güzel öterdi..

Kadir beni gördü ve “Gel korkma köpekler bir şey yapmaz.”diyerek çağırdı. Biz oynarken benim aklım hep çorbadaydı. Yengemlerin mutfak gibi kullandıkları ayrı bir yer vardı. Buranın bacasından dumanlar çıkarken kadınların hummalı çalışmaları gözümden kaçmıyordu çünkü bir gözüm hep mutfak kapısındaydı. Mis gibi tereyağı ve kavurma kokusu burnuma gelince çok mutlu oldum. Demek ki çorba daha yeni yapılıyordu. Biraz sonra yengem herkesi sofraya çağırdı. Ben nazlanarak oyun oynamaya ve bahçede dolaşmaya devam ederken Mümin dayım “ Elmas, hadi sofraya gel!”diye seslenince ben, “Dayı ben istemem.” dedim. Dayım “Elmas, son defa çağırıyorum, bir daha çağırmam bak!” deyince ben hemen sofraya yollandım. Aman Allah’ım bu ne lezzet böyle. Bu şekilde sabahları erkenden kalkıp dayımlara gitme işi ne kadar sürdü şimdi hatırlamıyorum ama o nefis çorbanın tadını bu yaşıma geldim hâlâ unutamıyorum.

Bu arada beni sofrasına tebessüm ederek çağıran ,o sofradan bir şeyler yedikçe mutlu olan ve bir defa dahi “öf” demeyen rahmetli Fatma yengimi rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun. Bunun yanı sıra Rahmetli Hacer ninemi, Recep dedemi, Mümin dayımı, Hüdayim dayımı ve Kadir dayımı rahmetle anıyorum. Mekânları cennet olsun. Ne güzel günlerdi. Elmas Balım