20160311_091526

Bazı kitaplardan birkaç sayfa okuyunca sıkılırız ve kitabı bırakmak isteriz. Oysa ki bırakılmaması, mutlaka okunması gereken bazı kitaplar vardır.Bunlardan biri de Albert Camus’un YABANCI adlı romanıdır. Bu roman Nobel Edebiyat Ödülü ödülü almış bir kitaptır.

Yabancı’yı okursanız:

1.Nobel Edebiyat Ödülü almış bir eser okumuş olursunuz.

2.Varoluşçuluk akımının edebiyata etkisini sezersiniz.

Kitabın vermek istediği mesajı özetle söylemek  gerekirse  dünya boş ve manasızdır.. Bu dünyada insan, hayat, toplum her şey saçmadır.  yaşamak evrensel bir saçmalıktır . Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan için yaşam saçmalıklara doludur.

Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız ederken,   aynı zamanda dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir.Kitabın baş kahramanı  Meursault’un yaşama sıkıntısına paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir okuyucuya.Yazar kitabında okuyucusuna  bunu çok iyi yansıtmayı başarmıştır..

Alber Camus bu romanda kahramanı ile ilginç mesajlar da vermektedir. Bu mesaj duyu organlarımızla tattığımız  güzelliklerdir.  Mesela:“Onun zihnini baştan başa işgal eden şey tabiat ile denizin oynaşmasıdır. İnsan oynaşmanın tadını Kuzey Afrika’da, plajlarda benzerlerinin yanık vücutları arasında çıkarır ve hiçbir şey yüzmenin cilvelerinden çıkan zevkin derecesinden daha iyisini vermez. Denize dalmak, tabiatla düğün dernek etmektir. Suya girme, soğuk ve donuk bir aldatıcılığın yükselişi duygusuna kapılmadır. Sonra kulakların uğultusu ile dalış, akan burun ve  suyun parlattığı kolların, güneşte yaldızlanması için denizden çıkışı ve bütün adalelerin bir bükülmesiyle düşüşü, vücudumun üzerinde suyun akışı, bacaklarımla bu su dalgacıklarını yakalayış…” ifadelerinde olduğu gibi.

‘Yabancı’, saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.

Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus, ‘Yabancı’da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, ‘Sisifos Söyleni’de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur.

En tanınmış eseri olan ‘Yabancı’yı 1942’de yayımladı. ‘Yabancı’da açık, sade, süssüz bir üslup hakimdir.

Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Camus, 1960’da bir trafik kazasında -kitapta vurgulamak istediği gibi-  gerçekten saçma bir ölümle hayata gözlerini kapattı.

Kitabın Özeti:

TOPLUMA YABANCILAŞMANIN ROMANI “YABANCI”

Varoluşçuluk ve absürdizm akımının öncülerinden sayılan Albert Camus Cezayir’de dünyaya gelmiştir. “Tersi ve Yüzü” ve “Düğün” adlı eserlerinden sonra edebiyat dünyasında asıl çıkışını yapan Yabancı adlı romanı olmuştur.

Topluma yabancılaşan bir bireyin, toplum normlarını hiçe saydığı ve umursamadığı için ölüme giden yolculuğunu anlatır kitap. Asıl adını hiçbir şekilde öğrenemediğimiz karakterin sadece soyadı yer alıyor kitapta. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum” diye başlıyor kitap. Annesinin kaldığı bakımevi Cezayir’den seksen kilometre uzakta Marengo’dadır. Genç kahramanımız Meursault saat 2’de otobüse biner ve annesinin cenazesini almaya gider. Çok büyük bir kayıtsızlıkla görevlilerle konuşur. Göstermiş olduğu soğukkanlılık bakımevindeki insanları şaşkına uğratır. Hiçbir şekilde annesini görmek istemez. Hatta tabutun başında sigara ve kapıcının ikramıyla sütlü kahve içer. Bu olaylar ileride mahkemede aleyhine delil olarak da kullanılacaktır. Asıl şaşırtıcı olay ise hiçbir şekilde bir damla dahi gözyaşı dökmemesidir. İlerleyen sayfalarda bu konu hakkında şunu söyleyecektir: “Annemi elbette çok severdim ama bu bir şey ifade etmezdi ki. Sağlıklı bütün insanlar sevdiklerinin ölümünü az çok arzu etmiştir.” Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi kahramanımızın sıra dışı bir yaradılışı olduğunu anlıyoruz. Annesinin cenazesinden sadece bir gün sonra Marie adında bir sevgili bulur ve her fırsatta sevgilisiyle buluşur ve onunla denize gitmeye başlarlar. Marie neşeli ve çok sabırlı bir kadındır. Günler geçer. Meursault’un Raymond adlı çapkın ve belalı bir komşusu vardır. Bir gün sevgilisi Meursault ve Raymond sahilde gezerken komşusunun belalısı Araplarla karşılaşırlar. Meursault çıkan hengamede yanlışlıkla bir Arap’ı öldürür. Yanlışlıkla demek doğrudur çünkü ilerleyen sayfalarda savunmasında bu cinayete güneşin sebep olduğunu söyler. Bundan sonra mahkeme süreci ve iç hesaplaşmalar başlar. Kahramanımızın duruşması herkesin özellikle de basının ilgisini çeker. İlgi çekenler arasında Meursault’tan sonra bir de babasını öldüren birinin duruşması vardır. Bu yüzden savcı şöyle bir savunma yapar: “Annesini manen öldüren biri, tıpkı kendisinin dünyaya gelmesine sebep olan insanın, yani babasının hayatına kasteden kimse gibi, insan topluluğundan kendi kendini kovmuş olurdu. Her hâlükârda birincisi ikincisinin eylemlerini hazırlar… Onun için beyler, şu sandalyede oturmakta olan adamın, bu mahkemenin yarın yargılayacağı cinayetten de suçlu olduğunu söylersem düşüncemi fazla aşırı bulmayacağınıza eminim. Kendisinin cezası ona göre verilmelidir.” Görüldüğü gibi Meursault sadece cinayetten değil, toplum normlarını hiçe sayarak annesinin ölümünü kayıtsızca kabullenmesinden dolayı da yargılanır. Mahkemenin sonucu hiç de istediği gibi olmayacaktır.

Kahramanımız için hiçbir şeyin önemi yoktur. Ona göre hayat kocaman bir “saçmadır”. Bu “saçma” kavramı zaten varoluşçuluk akımının önemli bir tezidir.

Yazar, romanı kahramanın gözünden anlatır. Oldukça basit bir üslup kullanmıştır. Bir iki saatte okuyacağınız bir kitap ama etkisi uzun süre hafızalarda yer alacak türden.